Kendo

Tarihçe:
Günümüzde uygulanan biçimi ile "Kendo", bambu bir kılıç olan "shinai"nin eski kılıç savaş sanatının daha güvenli ve daha serbest uygulanmasını sağlamak amacıyla tasarlanması sonucu yaklaşık ikiyüz yıl önce geliştirilmiştir. Onaltıncı yüzyıl boyunca, Japonya tüm ulusun yer aldığı art arda gelen iç savaşlar dönemindeyken kılıç kullanma teknikleri birer ölüm kalım meselesi gibi ciddiyetle çalışılmaktaydı. Savaşçılar kılıcı kollarının bir uzantısıymış gibi kullanmayı öğrenmekteydiler. Kılıçla dövüş sanatını öğrenmek ve uygulamak amacıyla daha çok tahtadan kılıçlar kullanılırdı. Zamanla kılıç kullanmanın başlıca yollarına, "Kendo"nun temel formlarına "kata" adı verildi.
Savaş koşulları altında kılıç kullanmakta uzman olan pek çok kişi yöntemlerinin en doğru olduğunu iddia ederek kendilerine ait okullar açtılar. Bu okulların sayısı geçmişte altı yüzü bulmuştu. Savaş zamanında birinci amaç düşmanı öldürmekti. Bu nedenle "bushi" savaşçılarına öldürecekleri kişiye gereksiz acı çektirmemeleri için ani ölüme sebebiyet verecek teknikler ögretilmekteydi. Söz edilen anlayış kılıçla dövüş sanatının görgü kurallarından biriydi.
"Kata" formları, "Kendo"da üzerinde çalışılması gereken en önemli formlar olma özelliğini sürdürmektedirler. Ama yalnızca "kata" formlarının birleşimleri bir kılıç dövüşünde oluşabilecek tüm durumların üstesinden gelinmesini sağlayacak teknikleri yeterli olarak kapsamaz. Bu nedenle uygulamaların bambu bir kılıç olan "shinai"nin ve güvenlik amacıyla koruyucu tertibatların (bogu) geliştirilmesiyle desteklenmesi gerekti.
Günümüzde "Kendo" yapan kişiler öncelikle bambu kılıçlar kullanarak daha sonra da gerçek ya da tahta kılıçlarla "kata" formlarını (İaido) öğrenerek kendilerini eğitmektedirler.
Kendo Karşılaşmaları:
Kendo yaparken etrafınızdakileri gözlerinizle görmeyi,olaylara anında tepki vermeyi ve zihninizi kullanarak zaman geçirmeden karar vermeyi öğrenirsiniz. Bir Kendo karşılaşmasında rakibinizi gözlerinizle izlersiniz, hareketlerine hızla tepki verirsiniz ve zihninizde tasarladığınız üzere saldırıya geçmek için beliren fırsatları değerlendirirsiniz. Zihninizin gözü, zahitlerin Zen çalışmalarında olduğu gibi sadece zorlu ve uzun bir eğitim sonucunda açılır.
Kendo çalışmalarının önemli amaçlarından biri, bir Kendo karşılaşması sırasında ya da kişinin içinde bulunduğu herhangi bir durumda hiçbir zaman zihinsel olarak hazırlıksız yakalanmamasını sağlamaktır.


Bleach Anime Information

Genre: Action, Martial Arts

Total Episodes: Airing

Quick Navigation: Origin of Bleach, Bleach Story Line, Bleach Synopsis, Bleach Main Characters

Origin of Bleach:

The Bleach anime is based upon the manga (Japanese comic) created by Tite Kubo. The Bleach manga has been published in 23 volumes in Japan and new chapters are featured weekly in Weekly Shonen Jump magazine. With 242 chapters and still running, Bleach remains one of the most popular shonen (boys') manga in Japan and around the world.
VIZ Media has released 14 volumes in English in North America.

Bleach Story Line:

Ichigo Kurosaki is an ordinary 15-year-old boy who happens to be able to see ghosts. His fate takes an extraordinary turn when he meets Rukia Kuchiki, a Soul Reaper who shows up at Ichigo's house on the trail of a Hollow, a malevolent lost soul. Drawn to Ichigo's high level of spiritual energy, the Hollow attacks Ichigo and his family, and Rukia steps in to help, but is injured and unable to fight. As a last resort Rukia decides to transfer a part of her Soul Reaper powers to Ichigo...
Ichigo, now a full-fledged Soul Reaper, and Rukia, minus her powers, join together to face the challenges that lie ahead.

Djibril Cisse Production Presents ...

Komik :)

Gülse Birsel'in Sabah gazetesinde çıkan bir yazısında gördüm. Batman Belediye Başkanı, en son çekilen Batman filmi The Dark Knight'ın yönetmenine dava açmaya hazırlanıyormuş. Gerekçesini şöyle dile getirmiş: "Dünyada bir tek Batman var. ABD'li film yapımcıları ilimizin adını bizden habersiz filmlerine yansıtmışlar. Batman'ın adını kullananlardan davacıyız. Bu davayı gerekirse ABD'de de açacağız." ( yorumsuz:) )

Link:http://www.sabah.com.tr/2008/11/09/pz/haber,D64DC760AA894A86968C3FBC5797861F.html

Taxi 4 (djibril cisse within)

Djibril Cisse

Date of Birth:August 12,1981

Place of Birth:Arles,France


Nationality:French


Height:183cm


Weight:78kg


Club:Sunderland

Position:Striker

Galatasaray

Galatasaray Spor Kulübü, Türk Spor Tarihi'ndeki öncü olma özelliğini hiç kuşkusuz içinden doğduğu ve gene öncü bir kurum olan Galatasaray Lisesi'nden (Mektebi Sultani) almıştır. Okul ile kulüp arasındaki koparılmaz bağ, yadsınamayacak bir gerçeklik ve övünç kaynağıdır.Devlet adamı yetiştirmek amacıyla II. Beyazıt tarafından 1482'de kurulan mektep, adını kurulduğu bölgeden alır ve "Galata Sarayı" olarak anılmaya başlar. Okul modern konumuna 1 Eylül 1868'de Sultan Abdülaziz döneminde kavuşur. Okul'un yeniden yapılanmasıyla birlikte, Türkiye'de de gerçek anlamıyla ilk sportif çalışmalar başlamış olur ve okulda Beden Eğitimi dersi jimnastikçi 'Monsieur Curel' tarafından eğitim programına konur. Bu atılımlar gerçekten bir devrim niteliği taşımaktadırlar. Curel, modern aletler eşliğinde çalıştırdığı öğrencileri sportif açıdan geliştirirken, onlar için Kağıthane'de bir idman Bayramı düzenler. Yıl 1870'tir. Bu etkinlikte başarı gösteren sporcular değişik ödül ve madalyalar kazanır ve yarışmaların sonunda öğrencilere "kuzulu pilav" verilir. Bu da, sonraki yıllarda bir başka geleneğin başlangıcını oluşturur.Curel'den sonra görevi devralan yabancı spor hocaları (M. Moiroux, Signor Martinetti, Stangali gibi), jimnastik ve atletizmin yanı sıra, değişik branşlara da eğilerek (yüzme, kürek, aletli jimnastik), bir ilki daha başlatmış olurlar. Bu çalışmaların ürünü çok geçmeden alınmaya başlanır ve adı Türk Spor Tarihi'ne altın harflerle yazılan Faik Üstünidman'ın yanı sıra, Binbaşı Mazhar Kazancı, Abdurrahman ve Ahmet Robenson kardeşler GSL'nde görev alıp, izcilik, tenis, hokey gibi spor dallarının öğrenciler arasında yaygınlaşmasını sağlarlar. Özellikle Üstünidman'ın ön ayak olmasıyla, öğrenciler futbolla tanışırlar. Ama oynanan futbol, bir kör dövüşünden farklı olmayan ve kural tanımayan bir koşuşturmayı andırmaktadır. Ama futbol GSL' nin Tören Kapısı'ndan adımını atmış ve tam bir salgına dönüşmüştür.1901 yılında İstanbul'da yaşayan iki İngiliz, James Lafontaine ve Horace Armitage, Rum ve İngiliz oyunculardan oluşan Kadıköy Futbol Kulübü'nü kurmuşlar ama 1903'te takımdaki İngilizler bir anlaşmazlık sonucu ayrılarak Moda Kulübü'nü oluşturmuşlardır. 1904 yılında ise bu kulüpler, Imogen, Elpis, Strugglers takımlarıyla anlaşarak, İstanbul Futbol Birliği'ni hayata geçirmişler ve bugünkü Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın yerinde bulunan "Union Club-İttihat Spor" sahasında düzenli karşılaşmalar yapmaya başlamışlardır. Görüldüğü gibi bu takımlar yabancı ya da azınlık takımlarıdır. Türk olmayan ekiplerin gerçekleştirdikleri bu ilk futbol karşılaşmaları, GSL öğrencilerini hem ilgilendirir hem de çok üzer. Artık onların amacı, kendi futbol kulüplerini kurmak, ölesiye sevdikleri bu oyunun kurallarını "hatmetmek" ve yabancılarla boy ölçüşmektir.
Türk olmayan takımları yenmek
Galatasaray Spor Kulübü'nün kurucusu Ali Sami Yen, "Ellinci Yıl" kitabında kuruluş öyküsünü şöyle anlatır:"1 Teşrin 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat muallimimiz merhum Mehmet Ata beyin dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray'da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik. İlk müteşebbisler oyuna ve mücadeleye meyyal arkadaşlardan Asım Tevfik Sonumut, Reşat Şirvani, Cevdet Kalpakçıoğlu, Abidin Daver, Kamil...gibi gençlerdi. Mektepde tahsilde bulunan Bulgar ve Sırp talebesinden çevik ve kuvvetli olanlar da bize iltihak etmişlerdi. Asım'ı muhasebeciliğe, Cevdet'i ikinci reisliğe seçmiş, kendim de Reis olmuştum. Asım her hafta arkadaşlardan birer kuruş toplamakda mahir olduğu için kendisini muhasebeci yapmıştık. Ben Reisliği topu yağlayıp şişirmekle almıştım. Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, domuz sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi. Yani o zaman Reisliğe ve diğer vazifelere payeyi, en çok çalışan kazanırdı. Cevdet de ikinci Reisliği formaları yıkadığı için almıştı."Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek."Kulübün adının Gloria (Zafer) ya da Audace (Cesaret) konulması yolunda görüşler ortaya atılmışsa da, sonuçta Galatasaray olmasında anlaşmaya varılmıştır. Araştırmacı Cem Atabeyoğlu, Galatasaray adının, bu takımın yaptığı ilk maçta Rum ekibini 2-0 yenerken, seyircilerin onlardan "Galata Sarayı efendileri"diye söz etmelerinden doğduğunu yazar. Bunun üzerine kurucular da ismi benimserler ve "Adımız Galata Sarayı olsun" derler.
Kurucu Listeler
1905'ten 1919'a kadar Galatasaray Spor Kulübü'ne Başkanlık yapan, mektebin 889 numaralı öğrencisi Ali Sami Yen, inci gibi elyazısıyla tuttuğu Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü ıhsaiyet Defteri'nin (Sayım-İstatistik Defteri) 181 ve 182. sayfalarında kurucu 13 üyeyi şöyle sıralar: 1-Ali Sami Yen2-Asım Sonumut3-Emin Bülend Serdaroğlu4-Celal İbrahim5-B. Nikolof6-Milo Bakiş7-Pol Bakiş8-Bekir Sıtkı Bircan9-Tahsin Nahit10-Reşat Şirvanizade11-Hüseyin Hüsnü12-Refik Cevdet Kalpakçıoğlu13-Abidin Daver.
1905'te Osmanlı İmparatorluğu'nda bir dernekler yasası bulunmadığından, Galatasaray Spor Kulübü yasal olarak tescil edilme olanağını bulamamıştır. 1912 yılında Cemiyetler Kanunu çıkarıldıktan sonra, kulüp yasal bir kimlik kazandı. Yetkili makamlara kulüplerin tüzükleriyle birlikte, kurucu üyelerin ad ve adreslerinin de bildirilmesi zorunlu tutulduğundan, istifa eden ya da eğitimlerini tamamlayarak ülkelerine dönen üyeler ilk listeden çıkarılmış ve 1 Eylül 1913'te kurucu liste yeniden düzenlenmiştir. Kurucu üyelerin yeni sıralaması şöyle gerçekleşmiştir: 1-Ali Sami Yen2-Asım Sonumut3-Emin Bülend Serdaroğlu4-Celal İbrahim5-Bekir Sıtkı Bircan6-Reşat Şirvanizade7-Refik Cevdet Kalpakçıoğlu8-Abidin Daver.
Renklerin öyküsü
Galatasaray Spor Kulübü'nün ilk renkleri kırmızı-beyaz'dır. Bayrağımızın renklerinden esinlenerek seçilen bu renkler, dönemin baskıcı ve paranoyak yönetimi tarafından kuşkuyla karşılanmış ve futbolcular sıkı bir takibe alınmışlardır. Bu nedenle, sarı-siyah renkler gündeme gelmiş ama bunlar da kalıcı olmamış ve Galatasaray bugünkü renklerine kavuşmuştur. Bu renklerin öyküsünü Ali Sami Yen'den dinleyelim:"Birçok yerleri dolaştıktan sonra, nihayet Bahçekapı'daki Şişman Yanko'nun dükkanına gidilerek orada zarif iki yünlü kumaşa tesadüf ettik. Biri, vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı, öteki de, içinde turuncudan iz taşıyan tok bir sarı. Tezgahtar, mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birleştirdi. Bir saka kuşunun başı ile kanadının yarattığı renk güzelliğine benzer bir parlaklık hasıl oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı-Kırmızı alevinin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Nitekim de öyle oldu." Buna karşılık kuruculardan Bekir Sıtkı, söz konusu renklerin Gül Baba'nın II.Beyazıt'a verdiği sarı ve kırmızı güllerden esinlendiğini ileri sürer.

Radikal Gazetesi'nde Çıkan Yazım :)


10 Temmuz 2008, Perşembe (Hakkı Devrim)

İngilizce Öğretmeni diyor ki...

Çoğunlukla, okullarda öğrencilerimizin belalısı olan İngilizce derslerinin, aslında Türkçe’nin en büyük dostu olduğu kimin aklına gelir. Yıllardır İngilizce dersleri, özellikle milliyetçiliği kendi milletini sevmek, kültürüne sahip çıkmak değil de, diğer kültürlerden nefret etmek olarak algılayan kesimlerce -ne yazık ki bu kesimler eğitim kurumlarımızda fazlasıyla kendilerine yer bulmuş durumdadır- her zaman batının Türkiye üzerindeki kültür dejenerasyonu planının aracı olarak görülmüştür. İyi bir gözlemci, davranışlarımıza ve düşünce sistemimize sinmiş bu bakış açısını kolayca yakalayabilir.

İngilizce bir ders olarak, Türkçe ve İngilizce’nin tarihî gelişimleriyle, içinde doğduğu kültürleriyle ve dilbilgisi yapılarıyla iki ayrı dil olduğunun en belirgin ifadesidir. Öğrenci, günlük hayatta İngilizce kelimelerin istilasına uğrayan Türkçe’nin kendine ait özellikleriyle farklı bir dil olduğunun bilincine İngilizce dersleri sayesinde erişir.

Geçtiğimiz yıllarda ülkemizde, «gençlerimizi kendi kültürleriyle zehirleyen!!!» ithal İngilizce ders kitaplarının yerini alacak, Türk kültürünün izlerini taşıyan ve tamamen başarısız olan kaynak kitap denemeleri yapıldı. Sebep, burada iki ayrı dil ve iki ayrı kültürün söz konusu olmasıdır.

İngilizce derslerini Türkçe’nin koruyucu meleği yapan ikinci unsur ise, bir yabancı dili ana dilimizi temel alarak öğreniyor olduğumuz gerçeğidir. Bu durumda, ana diline hâkim olmayan ve ona ait dilbilgisi yapısını tam olarak bilmeyen bir kişi, yabancı bir dili de o oranda eksik öğrenir. Birey, yabancı dil eğitimi sırasında özellikle de temel aşamasında, kendi lisan özellikleriyle karşılaştırma yapması gerektiği bir süreç yaşar. Buna bağlı olarak, okullarımızdaki yabancı dil derslerinin, öğrencileri, kendi öz dillerini en iyi şekilde öğrenmeye teşvik ettiğini söyleyebiliriz. Hatta, İngilizce derslerinin Türkçe’ye, Farsça ve Arapça kelimelerin havalarda uçuştuğu edebiyat derslerimizden çok daha fazla sahip çıktığını söylemek de abartı olmaz.Bütün bu gerçeklere karşın, ülke insanımızın bilinçaltında, yabancı dil öğretmenlerimizi potansiyel birer T. E. Lawrence olarak gören anlayışın izlerine şahit olmak üzücü ve üzerinde durulması gereken bir konudur.

*İngilizce öğretmeni okurum Muammer İsaoğlu’nun mektubunu okudunuz. İki çocuğu yabancı dilde ortaöğretim görmüş bir baba olarak, İsaoğlu’nun düşüncesine aynen katılıyorum.
Not: Aynı yazım, 12 Temmuz 2008 tarihli Radikal gazetesinin Yorum sayfasında da yayımlandı. İlgili linkleri aşağıda, Bağlantılarım başlığı altında bulabilirsiniz.

Barbarossa (The Greatest Pirate Ever)

Barbarossa Hayreddin Pasha (Turkish: Barbaros Hayreddin Paşa or Hızır Hayreddin Paşa; also Hızır Reis before being promoted to the rank of Pasha and becoming the Kaptan-ı Derya (Fleet Admiral) of the Ottoman Navy) (c. 1478 – July 4, 1546), was a Turkish privateer and Ottoman admiral who dominated the Mediterranean for decades. He was born on the island of Midilli (Lesbos in today's Greece) and died in Istanbul.His original name was Yakupoğlu Hızır (Hızır son of Yakup). Hayreddin (Arabic: Khair ad-Din خير الدين, which literally means "Goodness of the Religion (of Islam)". This was an honorary name given to him by Sultan Suleiman the Magnificent. He became known as Barbarossa (Redbeard) in Europe, a name he inherited from his older brother Baba Oruç (Father Aruj) after Oruç was killed in a battle with the Spanish in Algeria. Coincidentally, this name sounded like "Barbarossa" (Redbeard) to the Europeans, and he did have a red beard.
Hızır was one of four brothers who were born in the 1470s on the island of Lesbos (Greek: Λέσβος) to their Muslim Turkish father, Yakup Ağa, and his Greek wife, Katerina. According to Ottoman archives Yakup Ağa was a Tımarlı Sipahi, i.e. a Turkish feudal cavalry knight, whose family had its origins in Yenice and later moved to the city of Vardar, near Thessaloniki. Yakup Ağa was among those appointed by Sultan Mehmed II to capture Lesbos from the Genoese in 1462, and he was granted the fief of Bonova village as a reward for fighting for the cause. He married a local Greek girl from Mytilene named Katerina, and they had two daughters and four sons: Ishak, Oruç, Hızır and Ilyas. Yakup became an established potter and purchased a boat to trade his products. The four sons helped their father with his business, but not much is known about the sisters. At first Oruç helped with the boat, while Hızır helped with pottery.
All four brothers became seamen, engaged in marine affairs and international sea trade. The first brother to become involved in seamanship was Oruç, who was joined by his brother Ilyas. Later, obtaining his own ship, Hızır also began his career at sea. The brothers initially worked as sailors, but then turned privateers in the Mediterranean to counteract the privateering of the Knights of St. John of the Island of Rhodes. Oruç and Ilyas operated in the Levant, between Anatolia, Syria, and Egypt. Hızır operated in the Aegean Sea and based his operations mostly in Thessaloniki. Ishak, the eldest, remained on Mytilene and was involved with the financial affairs of the family business.


In 1534 Barbarossa set sail from Istanbul with 80 galleys and in April he recaptured Coron, Patras and Lepanto from the Spaniards. In July 1534 he crossed the Strait of Messina and raided the Calabrian coasts, capturing a substantial number of ships around Reggio Calabria as well as the Castle of San Lucido. He later destroyed the port of Cetraro and the ships harbored there. Still in July 1534 he appeared in Campania and sacked the islands of Capri and Procida, before bombarding the ports in the Gulf of Naples. He then appeared in Lazio, shelled Gaeta and in August landed at Villa Santa Lucia, Sant'Isidoro, Sperlonga, Fondi, Terracina and Ostia on the River Tiber, causing the church bells in Rome to ring the alarm. He then sailed south, appearing at Ponza, Sicily and Sardinia, before capturing Tunis in August 1534 and sending the Hafsid Sultan Mulei Hassan fleeing. He also captured the strategic port of La Goulette.

Mulei Hassan asked Emperor Charles V for assistance to recover his kingdom, and a Spanish-Italian force of 300 galleys and 24,000 soldiers recaptured Tunis as well as Bone and Mahdiya in 1535. Recognizing the futility of armed resistance, Barbarossa had abandoned Tunis well before the arrival of the invaders, sailing away into the Tyrrhenian Sea, where he bombarded ports, landed once again at Capri and reconstructed a fort (which still today carries his name) after largely destroying it during the siege of the island. He then sailed to Algiers, from where he raided the coastal towns of Spain, destroyed the ports of Majorca and Minorca, captured several Spanish and Genoese galleys and liberated their Muslim oar slaves. In September 1535 he repulsed another Spanish attack on Tlemcen.In 1536 Barbarossa was called back to Istanbul to take command of the naval attack on the Habsburg Kingdom of Naples. In July 1537 he landed at Otranto and captured the city, as well as the Fortress of Castro and the city of Ugento in Puglia.In August 1537, Lütfi Pasha and Barbarossa led a huge Ottoman force which captured the Aegean and Ionian islands belonging to the Republic of Venice, namely Syros, Aegina, Ios, Paros, Tinos, Karpathos, Kasos and Naxos. In the same year Barbarossa captured Corfu from Venice and once again raided Calabria. These losses caused Venice to ask Pope Paul III to organize a "Holy League" against the Ottomans.



In February 1538, Pope Paul III succeeded in assembling a Holy League (comprising the Papacy, Spain, the Holy Roman Empire, the Republic of Venice and the Maltese Knights) against the Ottomans, but Barbarossa defeated its combined fleet, commanded by Andrea Doria, at the Battle of Preveza in September 1538.


In the summer of 1539 Barbarossa captured the islands of Skiathos, Skyros, Andros and Serifos and recaptured Castelnuovo from the Venetians, who had taken it from the Ottomans after the battle of Preveza. He also captured the nearby Castle of Risan and later assaulted the Venetian fortress of Cattaro and the Spanish fortress of Santa Veneranda near Pesaro. Barbarossa later took the remaining Christian outposts in the Ionian and Aegean Seas. Venice finally signed a peace treaty with Sultan Suleiman in October 1540, agreeing to recognize the Turkish territorial gains and to pay 300,000 gold ducats.In September 1540, Emperor Charles V contacted Barbarossa and offered him to become his Admiral-in-Chief as well as the ruler of Spain's territories in North Africa, but he refused. Unable to persuade Barbarossa to switch sides, in October 1541, Charles himself laid siege to Algiers, seeking to end the corsair threat to the Spanish domains and Christian shipping in the western Mediterranean. The season was not ideal for such a campaign, and both Andrea Doria, who commanded the fleet, and the old Hernan Cortés, who had been asked by Charles to participate in the campaign, attempted to change the Emperor's mind but failed. Eventually a violent storm disrupted Charles' landing operations. Andrea Doria took his fleet away into open waters to avoid being wrecked on the shore, but much of the Spanish fleet went aground. After some indecisive fighting on land, Charles had to abandon the effort and withdraw his severely battered force.


In 1543 Barbarossa headed towards Marseilles to assist France, then an ally of the Ottoman Empire, and cruised the western Mediterranean with a fleet of 210 ships (70 galleys, 40 galliots and 100 other warships carrying 14,000 Turkish soldiers, thus an overall total of 30,000 Ottoman troops.) On his way, while passing through the Strait of Messina, he asked Diego Gaetani, the governor of Reggio Calabria, to surrender his city. Gaetani responded with cannon fire, which killed three Turkish sailors. Barbarossa, angered by the response, besieged and captured the city. He then landed on the coasts of Campania and Lazio, and from the mouth of the Tiber threatened Rome, but France intervened in favor of the Pope's city. Barbarossa then raided several Italian and Spanish islands and coastal settlements before laying siege to Nice and capturing the city on 5 August 1543 on behalf of the French king Francois I. The Turkish captain later landed at Antibes and the Île Sainte-Marguerite near Cannes, before sacking the city of San Remo, other ports of Liguria, Monaco and La Turbie. He spent the winter with his fleet and 30,000 Turkish soldiers in Toulon, but occasionally sent his ships from there to bombard the coasts of Spain. The Christian population had been evacuated and the Cathedral of St. Mary in Toulon was transformed into a mosque for the Turkish soldiers, while Ottoman money was accepted for transactions by the French salesmen in the city.


In the spring of 1544, after assaulting San Remo for the second time and landing at Borghetto Santo Spirito and Ceriale, Barbarossa defeated another Spanish-Italian fleet and raided deeply into the Kingdom of Naples. He then sailed to Genoa with his 210 ships and threatened to attack the city unless it freed Turgut Reis, who had been serving as a galley slave on a Genoese ship and then imprisoned in the city since his capture in Corsica by Giannettino Doria in 1540. Barbarossa was invited by Andrea Doria to discuss the issue at his palace in the Fassolo district of Genoa, and the two admirals negotiated the release of Turgut Reis in exchange for 3,500 gold ducats. Barbarossa then successfully repulsed further Spanish attacks on southern France, but was recalled to Istanbul after Charles V and Suleiman had agreed to a truce in 1544.


After leaving the Provence from the port of Île Sainte-Marguerite in May 1544, Barbarossa assaulted San Remo for the third time, and when he appeared before Vado Ligure, the Republic of Genoa sent him a substantial sum to save other Genoese cities from further attacks. In June 1544 Barbarossa appeared before Elba. Threatening to bombard Piombino unless the city released the son of Sinan Reis who had been captured 10 years earlier by the Spaniards in Tunis, he obtained his release. He then captured Castiglione della Pescaia, Talamone and Orbetello in the province of Grosseto in Tuscany. There he destroyed the tomb and burned the remains of Bartolomeo Peretti, who had burned his father's house in Mytilene-Lesbos the previous year, in 1543. He then captured Montiano and occupied Porto Ercole and the Isle of Giglio. He later assaulted Civitavecchia, but Leone Strozzi, the French envoy, convinced Barbarossa to lift the siege.

The Turkish fleet then assaulted the coasts of Sardinia before appearing at Ischia and landing there in July 1544, capturing the city as well as Forio and the Isle of Procida before threatening Pozzuoli. Encountering 30 galleys under Giannettino Doria, Barbarossa forced them to sail away towards Sicily and seek refuge in Messina. Due to strong winds the Turks were unable to attack Salerno but managed to land at Cape Palinuro nearby. Barbarossa then entered the Strait of Messina and landed at Catona, Fiumara and Calanna near Reggio Calabria and later at Cariati and at Lipari, which was his final landing on the Italian peninsula. There he bombarded the citadel for 15 days after the city refused to surrender, and eventually captured it.He finally returned to Istanbul, and in 1545 left the city for his final naval expeditions, during which he bombarded the ports of the Spanish mainland and landed at Majorca and Minorca for the last time. He then sailed back to Istanbul and built a palace on the Bosphorus, in the present-day district of Büyükdere.

Barbarossa retired in Istanbul in 1545, leaving his son Hasan Pasha as his successor in Algiers. He then dictated his memoirs to Muradi Sinan Reis. They consist of five hand-written volumes known as "Gazavat-ı Hayreddin Paşa" (Memories of Hayreddin Pasha). Today they are exhibited at the Topkapı Palace and Istanbul University Library. They are prepared and published by BKY-Babıali Kültür Yayıncılığı as "Kaptan Paşa'nın Seyir Defteri" (The Logbook of the Captain Pasha) by Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, a Turkish academic. They are also fictionalised as "Akdeniz Bizimdi" (The Mediterranean was Ours) by M. Ertuğrul Düzdağ.Barbarossa Hayreddin Pasha died in 1546 in his seaside palace in the Büyükdere neighbourhood of Istanbul, on the northwestern shores of the Bosphorus. He is buried in the tall mausoleum (türbe) near the ferry port of the district of Beşiktaş on the European side of Istanbul; which was built in 1541 by the famous architect Sinan, at the site where his fleet used to assemble. His memorial was built in 1944, next to his mausoleum.

Barbarossa Hayreddin Pasha established Turkish supremacy in the Mediterranean which lasted until the Battle of Lepanto in 1571. But even after their defeat in Lepanto, the Ottoman Turks quickly rebuilt their fleet, regained Cyprus and other lost territories in Morea and Dalmatia from the Republic of Venice between 1571 and 1572, and conquered Tunisia from Spain in 1574. Furthermore, the Turks ventured into the northern Atlantic Ocean between 1585 and 1660, and continued to be a major Mediterranean sea power for three more centuries, until the reign of Sultan Abdülaziz, when the Ottoman fleet, which had 21 battleships and 173 other types of warships, ranked as the third largest naval force in the world after the British and French navies (see the main article History of the Turkish Navy).However, during these centuries of great seamen such as Kemal Reis before him; his brother Oruç Reis and other contemporaries Turgut Reis, Salih Reis, Piri Reis and Kurtoğlu Muslihiddin Reis; or Piyale Pasha, Murat Reis, Seydi Ali Reis, Uluç Ali Reis and Kurtoğlu Hızır Reis after him, few other Turkish admirals ever achieved the overwhelming naval power of Barbaros Hayreddin Paşa.




Tavla

Pers imparatorunun başveziri Büzür Merih tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu; Dünyanın en popüler oyunlarından biridir. Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun zamana böylesine direnmesi son derece etkileyici. Senenin bir'liği olarak tavla bir tanedir. Tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı temsil eder. 15 açık ve 15 koyu renkli pul, Ayın 15 gece ve 15 gündüzünü simgeler. Karşılıklı 12'şer hane günün 24 saatini temsil eder. Eski zamanlarda Hint İmparatoru, satranç oyununu Pers İmparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiştir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmıştır.
Pers imparatoruna; Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyor ise O kazanır. İşte hayat budur... Pers İmparatoru dönemin en alim veziri olan Büzür Merih ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint İmparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir, haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen "Satranc'ın her taşının hareketlerini ve oyunun stratejisiniçözer daha sonrada 10 günde "Tavla" yı icat eder ve imparatora sunar. Hint İmparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır.
Hint imparatoruna; Evet, Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyor ise O kazanır. AMA BİRAZ DA ŞANSTIR. İşte hayat budur...

Arıların Gizemli Kayboluşu

Arıların gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasının nedeninin cep telefonları olabileceği belirtildi. Arıların ortadan yok olmasının böcek ilaçları, genetik olarak değiştirilmiş ürünler veya küresel ısınmadan kaynaklandığı yolunda teoriler de ortaya konulmuştu. Son teoriye göre, cep telefonlarının yaydığı radyasyon, seyir sistemlerini etkileyerek arıların kovanlarını bulmalarına engel oluyor. İngiliz Independent gazetesinin internet sitesindeki habere göre, Landau Üniversitesi'nde yapılan sınırlı bir araştırma, yakınlarda cep telefonları varsa arıların kovanlarına dönmediklerini ortaya koydu. Araştırmayı yürüten Dr. Jochen Kuhn, bunun arıların ortadan kaybolmalarına ilişkin bir "ipucu" olabileceğini söyledi. Cep telefonlarının zararlarıyla ilgili 1990'larda kapsamlı bir araştırma yapan Dr. George Carlo da bu teorinin doğru olabileceğine inandığını belirtti. Daha önce Almanya'da yapılan bir araştırma, yüksek gerilim hatlarının yakınındaki arıların davranışlarının değiştiğini göstermişti. Arıların kaybolduğu ilk kez geçen sonbaharda fark edilmişti. Daha sonra bu durum Amerika'daki eyaletlerin yarısında görüldü. Batı sahilinde ticari arı nüfusunun yüzde 60'ı, Batı sahilinde de yüzde 70'i kaybedildi. Almanya, İsviçre, İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan ve İngiltere'nin yanı sıra Türkiye'de de arıların kaybolduğuna tanık olundu.
Albert Einstein: "Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece dört yıl ömrü kalır. Arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan, insan olmaz."
Çiçek ve bitki türlerinin polenleri arıların ayaklarına yapışır. Arılar farklı bitkilere konarak bu polenlerin taşınmasını sağlar. Polenizasyon adı verilen bu yolla bitkiler döllenerek çoğalır. Arılar 130 bin farklı bitki türünün üremesini sağlar. Sadece bir kovandaki arılar 1 gün içinde 400 kilometrekarelik bir alanı dolaşarak 1 milyon çiceğin döllenmesini sağlar. Bu işlem gerçekleşmezse yavaş yavaş yenebilen bitkiler ve meyveleri ortadan kalkar. Daha sonra da bitkiyle beslenen hayvanlar ve ardından da insanlar ölür.

İzafiyet Teorisi

Özel Görelilik Kuramı, Albert Einstein tarafından 1905'te Annalen der Physik dergisinde, "Hareketli cisimlerin elektrodinamiği üzerine" adlı 2. makalesinde açıklanmış ve ardından 5. makalesi "Bir cismin atıllığı enerji içeriği ile bağlantılı olabilir mi?" başlıklı makalesiyle pekiştirilmiştir.
Kuram olarak Görelilik, ilk olarak Galileo Galilei'nin hızlarla ilgili düşüncesinde ortaya çıkmıştır. Galilei'ye göre sabit hızla giden bir gözlemci veya sabit duran gözlemci aynı fiziksel yasaları kullanmalıdır. Örneğin sabit hızla giden bir gemide yukarı doğru bir taş atarsanız aynı yere düşecektir - sabit durduğunuzda olduğu gibi. Bu anlayış Newton fiziğinde formülasyona dökülmüştür. Sabit hızla giden bir cisim veya sabit duran bir cisim için geçerli olan Newton denklemlerinin şekli aynıdır. Burada şunu belirtmekte fayda var. Sabit hızla giden bir cisim gözlemciye göre tanımlanmaktadır. Eğer bir cisimle beraber aynı sabit hızla gidiyorsanız sizin için cisim hareketsiz görünecektir. Fakat dışarıdan bakan bir gözlemci için cisim hareketli kabul edilir. Görelilik kelimesi burada ortaya çıkmaktadır. Bizim gözlemlediğimiz hızlar mutlak değildir. Ancak gözlemciye göre tanımlanmaktadır. Ama gözlemlenen olay için geçerli olan yasaların şekli aynıdır.
Sabit hızla giden (ivmelenmeyen) referans sistemlerine eylemsiz referans sistemi denir. Bu kavramın özel görelilik kuramında çok önemli bir yeri vardır. Özel görelilik kuramına göre hiç bir eylemsiz referans sisteminin bir diğerine bir üstünlüğü yoktur ve hepsinde yapılan gözlemler aynı derecede geçerlidir.


Düzgün-doğrusal hareketli cisimlerin elektrodinamiğinde Einsten şunları keşfetmişti:

1) Bizler 3 uzay ve 1 zaman boyutunun meydana getirdiği, 4 boyutlu uzay-zaman evreninde yaşıyoruz.
2) Zaman boyutu ve akışı, hareketli cisimlerin hızına bağlıdır.
3) Kütle, hareketli cisimlerin hızına bağlıdır.
4) Cismin hareket doğrultusundaki boyu, cismin hızına bağlıdır.
5) 4 boyutlu evrende "aynı anda olma" kavramı da mutlak değildir, görelidir, yani aynı andalık gözlemciden gözlemciye değişir.
6) Farklı hızda hareket eden cisimlerin uzay-zaman referansları birbirinden farklıdır.
7) Işık hızı evrendeki üst hız limitidir.


Özel görelilik kuramının gücü ve sağlamlığının en önemli nedeni,sadece iki kabullenim (postulate)üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Bu kabullenimler:


1) Fizik yasaları evrenin her yerinde ve bütün eylemsiz referans sistemlerinde aynı şekilde işler.(Bu kabüllenim evrensel bir referans sitemin yokluğundan kaynaklanmaktadır.Eğer fizik yasaları birbirine göre bağıl harekette bulunan farklı gözlemcilere göre farklı olsalardı ;gözlemciler,bu farklılıkları kullanarak uzayda hangisinin "durgun",hangisinin "hareketli" olduklarını bulabilirlerdi.Fakat böyle bir farklılık yoktur ve görelilik ilkesi bu gerçeğin ifadesidir.)
2) Işığın hızı, bütün eylemsiz referans sistemlerinde aynı ve sabittir.
Kuramın temel aldığı bu iki kabullenimden biri çürütülemediği sürece kuram doğruluğunu koruyacaktır.


Özel görelilik, kendi zamanı için inanılması güç pek çok öngörülerde bulunmuştur, bunlardan en önemlileri:

1) Cisimler hızlandıkça zaman cisim için daha yavaş akmaya başlayacaktır, ışık hızına ulaşıldığında zaman durmalıdır.
2) Cisimler hızlandıkça kinetik enerjilerinin bir kısmı kütleye dönuşür, durağan kütleye sahip cisimler hiçbir zaman ışık hızına erişemeyeceklerdir.
3) Cisimler hızlandıkça hareket doğrultusundaki boyları kısalmaya uğrayacaktır.


Özel görelilik, mantığımıza ve sağ duyumuza aykırı bir evren tanımladığından bilimciler 100 yılı aşkın bir süredir bunun doğruluğunu gözleri ile görmek ve bir açık bulmak umudu ile deneyler yapıp durmaktadırlar. Bu öngörülerin pek çoğu 1905'dan günümüze dek defalarca denenmiş ve doğru çıkmıştır:


1) İçlerinde çok hassas atom saatleri taşıyan uçaklar değişik yönlere doğru değişik hızlarla hareket ettirilmiş ve saatlerin kuramın hesaplarına yeterince uygun olarak yavaşladığı/hızlandığı gözlenmiştir.
2) Zamandaki yavaşlamanın sadece saatte meydana gelmediğini, gerçekte yaşandığının kanıtı ilk olarak nötrino ve mü-mezon deneylerinde ortaya çıkmıştır. Güneşten dünyamıza gelen nötrino ve müonların ışık hızına çok yaklaştıkları (%99.4) için ömürlerinin (yaşam sürelerinin) Dünya'da üretilen durağan olanlara göre çok daha uzun olduğu görülmektedir.

3) Parçacık hızlandırıcılarındaki hızlandırma deneylerinde bugüne kadar kütlesi olan hiçbir cisim, atom veya elektron ışık hızına çıkarılamamıştır. Hız arttıkça kütlesi de arttığı için ivmelendirilmesi zorlaşmaktadır.

......................

Yüreğim kadar yakınsın bana ve bir o kadar uzak,

Yangınım olur dokunsam dudaklarına, sevdansa bir tuzak.