Bir Düşün İçinde Düş (Edgar Allan Poe)

Alnına konsun bu öpüş
Ve, şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama, Umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düşün içinde bir düş.
Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri tutuyorum avucumda
Ne kadar az! Ama nasıl da
Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlere
Ben ağlarken- ben ağlarken!
Ah Tanrım! Daha sıkı
Tutamaz mıyım onları?
Ah Tanrım! Tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız dalgadan?
Bir düşün içinde bir düş mü
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?

Written By "Ben:)"

Sonu olmayan bir hapishanede bilinci alınmış bir tutsaklık bizim yaşadığımız. Bir bakıma kum havuzunda oynayan çocuklara benziyoruz aslında. Ne kadar da anlaşılmaz ve eğlenceli geliyor avuçlarımıza dolan, parmaklarımızın arasından kayıp giden ve bizi kaşındıran, gıdıklayan kum taneleri. Bedenlerimizin mekana, mekanın zamana mahkum olduğu, ne bir kilidi ne bir anahtarı ne de bir kapısı olan sonsuz bir hapishane. Adına yaşam dediğimiz kapısız penceresiz dört duvar.
Her zamanki gibi ilk adım farkına varmaktır. Belki de bu farkına varış o olmayan çıkış kapısının anahtarı olacaktır bizim için. O zaman iş sadece kapıyı bulmaya geldi ki, zor kısmı da bu noktada başlıyor. Çünkü özgürlük kolay elde edilir bir şey olsaydı, peşinde bir ömür tüketilecek kadar değerli olmazdı, öyle değil mi?
Belki de kapı dışarı doğru açılmıyordur. Göremediğimiz için olmadığını varsaydığımız, özgürlüğümüzü bize tekrar verecek olan o kapı içeriye, kendimize doğrudur. Her önemli kapı gibi bizi uzun bir koridorun sonunda bekliyor ve her sıradan kapı gibi de varoluş amacına uygun olarak için için açılmayı diliyor. Asıl sorun ise bizim onu açmak isteyip istemediğimiz! Ama mutluluk maskesinin arkasına saklanan bu mahkumiyet bizi engellemeye çalışsa da istemeliyiz, en azından denemeliyiz bunu.
Umarım ruhlarınızı biraz olsun huzursuz edebilmişimdir ve umarım bu huzursuzluğunuzu çevrenize de yayarsınız. Çünkü huzurun olduğu yerde değişim olmaz ve biz bu sahte hayatları yaşamaya devam ederiz.

Written By "Ben:)"

......................“Peki bugün nereye gideceğiz?” sıkılmaya başlamak üzere olan birinin ses tonuyla sordu Tyra, oturup pineklemeyi en çok sevdiği yerden.
Quzei ise sağ omzundaki o gıdıklayan sıcaklığa dönmeden cevap verdi: “Niye soruyorsun! Nasıl olsa gitmek istediğim yer hoşuna gitmeyecek ve yine beni kim bilir nerelere sürükleyeceksin.”
“Hadi söyle! Söz veriyorum ne dersen onu yapacağız bu sefer.”
“Ben perilerin verdiği sözlere inanmayacak kadar peri sözü işittim şu ana kadar.”
Tyra, bu cevap karşısında sinirlendiğini gizleme gibi bir zahmete girmeden suratını astı ve ısınmaya hatta parlamaya başladı: “Kaç kere dedim, biz peri değiliz.” Bu noktada bedeninden sızan ışık belirgin bir şekilde kızıl bir renk aldı. “Biz karız!”
“Kar mısınız! Nasıl yani!” diye sahte bir şaşkınlıkla sordu. Bu sorunun onu daha da kızdırması için elinden geldiğince sesine bir gülümseme kattı. En sevdiği ilk on şeyden üçüncüsüydü onu kızdırmak. Çünkü kızdığında şimdi olduğu gibi tam burnunun karşısında havada asılı duracak ve kar olduğunu ispatlamaya çalışmak için bin bir türlü hikaye anlatacaktı.
“Kar taneleri güzeldir. Biz de güzeliz. O zaman biz karız.” dedi bu sefer hiç uzatmayarak. Ama bu bile Quzei’in kahkahalara boğulmasına yetti. Nerdeyse, gülmekten dengesini yitirip yere yıkılacaktı. Birden ağaçların arasında uğursuz bir parıltı ilişti gözüne ve aniden o yöne doğru koşmaya başladı. Bir yandan da elinde daha sonra sade, ama insanda güzelliğe karşı saygı uyandıran bir kılıca dönüşecek olan kıvılcımlar beliriyordu. Ormanın kıyısına vardığında şimdi belirgin bir şekilde güneşin ışığını yansıtan kılıcını savurarak ağaçların arasına daldı. Ancak ormanın içinde kaybolması kadar ani bir şekilde yeşilliğin içinden tekrar ortaya çıktı. Olayın hızlı akışı karşısında bakakalan Tyra’ya seslenerek: “ Kama’ya ve diğer kebrelere haber ver! Ormanın doğusundaki yüzen kayaların altına gelsinler!” ve tekrar ortadan kayboldu.............................

Written By "Ben:)"

................ Sadece koşuyordu. O an tek istediği daha hızlı koşabilmekti. Gözleri yaşarana, bacaklarını hissetmeyecek duruma gelene kadar koştu. Ancak peşindeki sürekli yaklaşıyordu. Arkasını dönüp bakmak için bile olsa bir anlık duraksamaya bile izin vermeyen korku onu öyle bir sarmıştı ki, artık tek gerçeği olmuştu korku ve gittikçe tüm varlığını tüketiyordu. Arkasını döndü birden korkusu kendisinden daha fazla azap veren düşmanını görmek için. Gözlerini dikecek gözler bulamadığında içindeki dehşet öylesine arttı ki ağzını çığlık atmak için açtı ama ağzından çıkan tek şey sessizlik oldu.
O gün Quzei böyle bir rüyadan uyanmış ve uçsuz bucaksız kum denizine gözlerini açmıştı. Yaşadığı mağaradan bir kısmını görebildiği bu sonsuzluk onu rahatlatabilecek tek görüntüydü. Altın rengi pulları ve parlak, çimen yeşili gözleriyle çöle ait bir ejderhaydı, her ne kadar neden olduğunu bilmese de. Bu durumun en güzel yanı gündüzleri de gökyüzünde kimseye görünme endişesi olmadan uçabilmesiydi. Bu çölün en sevdiği yanıydı. Kimi zaman kervanlar onu fark ediyordu ama tek yaptıkları kısa bir duraksamadan sonra hızlanmak oluyordu. Gördükleri yaratığın bir canavar mı yoksa iri bir kuş mu olduğuyla ilgili bir tartışmanın ardından her ihtimale karşı hızlarını arttırıyorlardı.
Kahvaltısı için mağarasından çıktı ve kanatlarını açtı. En büyük yiyecek kaynağı olan yabani dağ keçilerinden oluşan öğünü için Kyol Dağları’nın kuzeye bakan yamaçlarına doğru kanat çırptı.
O sabah bir şeyler farklılaşmıştı. Bunu hissetmekten öte biliyordu. Ne olduğunu tam olarak kavrayamasa da kısa bir süre içinde bu gerçeklikle yüz yüze kalacaktı. Rüzgara direnmeye çalışırken bir yandan zihninde bunları taşıyordu. Gözleri dağın yamacında ilk karaltıları yakaladığında iştahı hareketlerinin hızlanmasına neden oldu. Artık kendine güzel bir ziyafet çekebilirdi. Bir an sonra havada asılı kaldı. Bu ani hareketin sebebi gördüğü karaltıların yönünde oraya ait olmayan beyaz bir lekenin farkına varmasıydı. Bu beyaz leke yamaçtan tehditkar bir şekilde çıkıntı yapan bir kayalığın en ucuna tünemişti. O kadar dik ve emin duruyordu ki varlığı orada olmaya hakkı olduğunu haykırıyordu.
Quzei yeniden hareketlendi ve o ilk şaşkınlığı üzerinden attı. Hedefine doğru alçalmaya başladı. Yaklaştıkça beyaz leke, beyaz esvaplar içinde bir çöl göçerine dönüştü. Fakat halen içinde bulunduğu durumla ilgili ters bir şeyler sezinliyordu. Bu durum daha önce ona engel olmamıştı, şu an olmadığı gibi. İyice yaklaşmıştı artık ve birden göçebe başını yukarı kaldırdı. Altın ejder, bir insanla – hiç de alışık olduğu tepkiler vermeyen bir insanla - karşı karşıya olduğunu gösteren kanıtlarla göz göze geldi; yabancının o sırada kıyafetinden görülebilen yegane kısmıyla: gözleriyle.
O sırada bu sahneye dışarıdan tanıklık eden birisi olsaydı, herhalde ........

Pandora

Prometheus’un kurnazlıkla çalarak insanlara verdiği akıl onları şımartınca Zeus o zamana kadar yalnız erkeklerden ibaret olan insan topluluğuna ceza vermek istedi ve onlara kadını gönderdi. Zeus , oldukça başarılı bir usta olan oğlu Hephaistos’tan kadını yaratmasını istedi. Hephaistos babasının isteği üzerine çamuru su ile yoğurdu ve görenleri şaşırtacak güzellikte bir kadın vücudu yarattı.Olympos’ta oturan tanrıçaların en güzeli olan ve kendi karısı olan Aphrodite’in vücudunu model olarak kullanmıştı. Heykel bitince onun kalbine ruh yerine bir kıvılcım koydu. O zaman heykelin gözleri açıldı. Kolları bacakları kıpırdamaya ve dudakları konuşmaya başladı. Onu süslemek için bütün tanrılar ve tanrıçalar yardım ettiler. Herkes kendisinden ona bir şey armağan etti ve ona Rumca “bütün armağan” anlamına gelen Pandora adını taktılar. Athena ona güzel bir kemer, süslü elbiseler verdi. Letafet perileri Kharitler beyaz göğsüne parlak altın gerdanlık taktılar. Aphrodite başına güzellikler saçtı. Güzel saçlı Horalar ilkbahar çiçekleriyle onu süslediler. Hermes Pandora’nın kalbine, hıyanet ve aldatıcı sözler yerleştirdi. Zeus da ona esrarlı bir kutu armağan etti ve ona dediki; "Sakın verdiğim kutuyu açma, içindeki iyi şeyler uzaklara kaçar ve onların yerine fenalıklar gelir, seni rahatsız ederler. Bu kutuyu iyi sakla bütün insanların saadeti ve felaketi bu kutunun açılıp açılmamasına bağlıdır." Böyle dedikten sonra baş tanrı ilk kadını yeryüzüne indirdi ve Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a gelin olarak gönderdi. Prometheus kardeşine Zeus’dan hiç bir şekilde hediye kabul etmemesini tembih ettiği halde Pandora’nın güzelliğine hayran kalan Epimetheus öğüdü tutmadı ve onunla evlendi.Pandora da tıpkı tüm kadınlar gibi doğuştan meraklı olduğundan dünyaya gelir gelmez kutunun içinde ne olabileceğini düşünmeye başladı ve Zeus’un uyarısını unutarak kutuyu açtı. Kutunun içindeki hastalık, keder, ıstırap, yalan, riya gibi insanları rahatsız edecek ve onları felakete sürükleyecek ne kadar kötülük varsa hepsi açılan kutudan kuşlar gibi uçuştular. Pandora hatasını anlayarak biraz sonra kutuyu kapadı ancak kutuya kapatılan kötülüklerin arasında, insanları yaşatacak, teselli edecek “umut” da vardı. Fakat umut dışarı çıkamamış kutuda kalmıştı.. Böylece Zeus ilk kadını beraberinde kötülüklerle dolu bir kutuyla yeryüzüne yollayarak insanlardan intikam almıştı.

.............

Gitsen de, kalsan da hep aynı gökyüzünün altında olacağız,
Aynı güneş doğacak her sabah üzerimize, aynı ay her gece,
Veldızlar aydınlatacak ikimizi de saran aynı karanlığı,
Nerede olursan ol, bastığımız hep o aynı toprak olacak,
Belki de bir gün yüreklerimiz yine aynı sevdaya doyacak.

Hope (by ben:))

There he was.Martin was standing still in front of the chest adorned with valuable stones.Except the stones it was a simple box.Even Martin with his purple leather clothes was more charming than this legendary goods that keeps an ancient secret.
He dealt a series of blows to the “Pandora’s Chest”.There was a strange silence underneath the ocean around these two shadows.The blows of his short sword were the only noise throughout the heard world.Although there was no logical explanation, he was able to breathe beneath the water.This ability might be a gift from someone looking after him.Who knows!
He remembered his extremely tiresome journey had brought him to the chest.He had been kept in the dungeons of “Anxiety” for long years.After an exhausting struggle, he had achieved to break the chains made of “Fear”.Then he arrived at the sea of “Be Yourself”.He had to deal with the waves of “Responsibility”, “Love” and “Tradition”.Finally he reached the heart of the ocean where “Hope” had been hidden since Pandora’s first coming to the earth. His last blow broke the lock.The silence got deeper.Martin with his pearl inlaid sword in one hand approached and open the chest.But it was empty.Nothing there was.In spite of this surprising situation he wasn’t confused.Because he had already realized the reality.”Hope” had never been in that box.However Martin had to explore the hope in his heart and he found it by a challenging journey.At that moment there was noone who is more satisfied than him.He would keep this reward “Knowing Himself” as long as the earth exists.

The Mirror (by ben:))

There he was.Martin had been walking on the sands of the desert for eight days.Indeed, he was not sure whether it’s eight days or eight centuries.The only scene he could see was the blue sky with the dunes under it.
While walking, he noticed a movement on the ground.Incredibly, something was emerging from the sands.It was a man who is armoured and armed with a long bright sword.Also his armour was such bright that martin could see his own image on it like a mirror.Moreover, the man had a ruby on the left side of his chest.Suddenly, crying out violently he attacked Martin.He tried to defend himself with his short sword.They fought throughout eight days.Four days on the surface and four days underground.
The man’s name was Nitram.Somehow his face was same with Martin’s except some details.Martin had green eyes, however, the man’s eyes were deep black.Furthermore, Nitram had a scar on his left cheek.
In the first four days the light of the sun prevented him from dealing a mortal blow to Martin.Hence, Nitram got wounded at his right eye.But in the second four days, Martin was able to see his enemy only in the light of the clashes of the swords.Therefore he got injured at his left cheek At the end of the eighth day the strange man vanished as sudden as he had appeared.
Martin came face to face with the silence of the desert again.Since he knew he had fought against his own arrogance hidden behind the image of the armoured man, he had not any unanswered question in his mind and kept on walking towards the unknown.

The Thief (by ben:))

There he is.He is reading a fairy tale in the shade of an old chinar.The book is about a fairy who steals glittering objects she likes.The last thing she has stolen is the tears of a unicorn.It is assumed as a great success even for an experienced thief.Martin’s sapphire affixed to the left side of his chest glimmers as whenever something or someone not from this world appears near by it.
Knowing what he is going to come across, he raises his head.There she is.She is crying quietly on her feet.At the first sight she resembles an ordinary girl.If you pay more attention to her sharply pointed ears, you can noticed the difference between a girl and her.Martin can see a unicorn grazing in peace beyond the fairy.Then she stops shedding tears and sits beside him.Although she’s not speaking, he understands what she wants.However, what she wants is so much valuable for him.Furthermore it is worth murdering for.Hence, he grasps the handle of his sword.Time takes a break for a while.Suddenly she stretches her arm to his chest.But her head has already been cut when she touches the sapphire that has never been such brilliant before.Her body has left wetness on the ground behind.It is what happens when Nymphas who are the daughters of the river dies.The neighing of the unicorn is heard.It is a thanking for its revenge taken on her by him.From now on it will manage to weep whenever it needs.
Martin sits under the chinar again and goes on reading his book silently.

Far Away (by ben:))

There he is.Martin is standing on the cloud as if he was waiting for a bus.People all over the world watching this supernatural event on live are asking only one question; “How can it be possible?”.
He isn’t concerned about the helicopters of the channels.Moreover, he gazes at these flying machines in a mocking mood.The light of the sun causes Martin to glitter like a purple pearl.Suddenly thousands of swallows appeared around the cloud.They are like seeing him off.The pleasure on his face can be noticed easily.Then the birds vanish as suden as they have appeared.
While people are trying to find an explanation for the incident as usual, a scream like a greeting echos in the sky that have never seemed to be such limited before.A dragon comes into sight with its huge body and wings.The bus he has been waiting for has come.He jumps on it as it is the easiest act on the earth.Though the most incredible scene of centuries is being witnessed, questions and doubt prevent people from enjoying it.
Martin and his winged friend turn around the helicopters for one time to say farewell to the known world.It is a last look at the past.Afterwards he flies away towards a far kingdom that even he doesn’t know where it is.Maybe in the heaven or behind the sun.Maybe there is not such a kingdom.

Hannibal (M. Ö. 247 - M. Ö. 182)

Hannibal bütün zamanların en büyük askeri dahilerinden birisi sayılır. Roma'nın en büyük düşmanı olarak 2. Pön Savaşı'ndaki başarılarıyla tanınmıştır. Filleri içeren ordusuyla İber Yarımadası, Pireneler ve Alpler'den kuzey İtalya'ya girmiş ve Romalıları birkaç önemli savaşta yenerek, Roma'nın askeri gücünü tamamen ortadan kaldırmış, ancak daha sonraları Spartaküs'ün düştüğü yanlışa benzer olarak, Roma'yı ele geçirememiştir. Kartacalıların yönetici sınıfı daha iyi diplomat ve Roma senatosu daha az inatçı olsaydı, Hannibal'ın askeri başarılarının ardından Roma tamamen ortadan kaldırılabilecekti. Ancak, kendini toparlayan Romalılar Kartaca'ya saldırdı. İtalya'da bulunan Hannibal Kartaca'ya dönerek Romalılarla son kez savaştı ve yenildi. Kartaca ordusu Romalılar tarafından ezildi ve kent baştan başa yıkıldı. Savaştan kaçan Hannibal, kuzey-batı Anadolu'da şu anki Kocaeli/Gebze'de yüzüğünde taşıdıgı bilinen zehiri içmek suretiyle intihar ederek yaşamına son vermiştir. Hannibal dünyaca ünlü bir komutan ve askeri taktikçidir. Savaş tarihçisi Theodore Ayrault Dodge ona askeri "stratejinin babası" ünvanını vermiştir; çünkü en büyük düşmanı olan Roma bile onun savaş taktiklerini kullanmıştır.
Not: Bu yazıyı günümüzde "Hannibal" ismini duyunca akıllarına sadece yamyam bir Hollywood karakteri gelen insanlar için ekledim.

Üç Güzeller Masalı

Peleus’la Thetis’in Olympos’ta kutlanan bir düğününe Fesatlık Tanrıçası Eris davet edilmemiş… fesatlık bu ya boş durur mu, düğüne davetsiz gelip masanın ortasına altın bir elma atıvermiş, elmanın üzerinde “en güzele” yazıyormuş. Bütün kadınlar elma benim, bana yakışır diyerek elmayı sahiplenmeye kalkmışlar, bunun üzerine en güzeli Tanrılar Tanrısı Zeus seçsin denmiş, ama Zeus elmayı karısı Tanrıça Hera’ya verse diğer Tanrıçalar kıyameti koparacaklar, başka Tanrıçalara verse bu sefer de karısı ortalığı kaldıracak, Zeus bu işi başından savmak için Kaz Dağlarının yakışıklı çobanı Paris’i elmayı en güzele vermesi için görevlendirmiş. Bu karmaşadan sonra ortada en güzelim diye üç Tanrıça kalmış. Zeus’un karısı Hera, Akıl Tanrıçası Atena, Güzellik ve Sevgi Tanrıçası Venüs. Bu üç Tanrıça, yakışıklı çobanın karşısına çıkmışlar. Çobanın elinde “en güzele” diye yazan altın elma, karşısında yürekleri heyecandan çarpan üç Tanrıça…
Tanrıçalar başlamışlar akıllarına gelen vaatlerle çobanı etki altına almaya. Atena; ün, şan vaat etmiş, Hera; zenginlik ve kuvvet. Venüs ise, dünyanın en güzel kızını vaat etmiş. Atena ve Hera en güzel elbiselerini giyip, en süslü mücevherlerini takmışlar, oysa güzellik örtü istemez, güzellik onun örtüsü diyen Venüs bunların hiçbirini yapmamış. Paris’in altın elmayı tutan eli kımıldamış… herkes heyecan içinde ve el geniş bir kavis çizerek Venüs’e doğru uzanmış. Paris üzerinde “en güzele” yazan altın elmayı Venüs’e vermiş…

Aslan Burcu

Elementi : Ateş
Özelligi : Sezgisel
Yönetici Gezegeni : Güneş
Metali : Altın
Uğurlu Günü : Pazar
Uğurlu Sayisi : 1 ve 4
Uğurlu Taşı : Sarı pırlanta
Uğurlu Renkleri : Koyu sarı, altın rengi, turuncu
Uğurlu Çiçekleri : Gül, krizantem, orkide
Uğurlu Kokuları : Misk, portakal çiçeği, gül
Uğurlu Müziği : Neşeli melodiler
En Belirgin Özelliği : Cömertlik
En Büyük İdeali : Zirveye çıkmak
En Büyük Hatası : Övünmek
En Büyük Arzusu : Sahip olmak
En Büyük Yeteneği : İstediğini ele geçirmek


Aslan herkesi yönetir. Aslan'ların fiziksel özellikleri; saçları yele gibi yüzden geriye doğru yatar ve aldatıcı olarak tembel bir görünüşleri vardır. Dik ve mağrur yürürler. Yumuşak, genellikle sakin ve tutarlı bir karakter içinde gizleneceklerdir. Tırnakları kapalı, ama sivri ve yırtıcıdır.Emir yağdırırmış gibi olan havası ve tavırları dikkatinizi çeker. Çoğunlukla, hareketleri ve konuşması ihtiyatlıdır. Aslan'lar çabuk konuşmaz, hızlı koşmaz. Saçlar siyah veya kızılımsı sarı ve genellikle dalgalıdır, karmakarısık, dikkatisizce yukarı dogru taranmış, tepede ve yanlarda tümüyle dimdik dururlar, ya da sımsıkı, dümdüz asağıya doğru taranmıştır. Aslan'ların insanlar üstünde öyle tuhaf bir etkisi vardır ki, bunu izlemek gerçekten çok eğlencelidir. Birçok Aslan'ın sonunda eğitimci, politikacı ve psikiyatrist olmasının nedeni, içlerinde barındırdıkları öğretme aşkıdır. Birçok bakımdan Aslan son derece kurnazdır. Aslan beğendiği şeyleri cömertçe ve açıkça söyler ve neredeyse insanı utandıracak kadar abartılı komplimanlar yapar. Aslan'ın ateşli gururu, pek çok aşk ilişkisinin ve evliliğinin paramparça olmasina neden olur. Eşinden ayrılan bir Aslan, genellikle içler acısı bir durumdadır. Aslan yalnızca karşı cins yüzünden değil, hayatın kendisi nedeniyle de, hemen hemen sürekli olarak aşk sancıları çeker. Bu erkekler ve kadınlar hiçbir zaman başkalarına sırtlarını dayamazlar. Onun yerine kendilerine dayanılmasını tercih ederler. Aslan, herkes ona dayanıyor ve bütün yükü o taşımak zorunda kalıyor diye teatral bir şekilde kükreyebilir. Aslan'ın sık sık ateşi yükselir. Kazalara, ani şiddetli hastalıklara yatkındır ve genellikle kronik, uzun süren hastalıklara bağışıklığı vardır. Aslan'ların kalbi ya olağanüstü güçlüdür ya da kalp bölgesinde bir zayıflık vardır. Sırtta ve omuzlarda ağrılar, omurgayla ilgili şikayetler, bacaklarda ve bileklerde kazalar, üreme organlarıyla ilgili sorunlar, ses kısıklığı veya boğaz ağrıları görülür. Ya korkunç dikkatsiz ve savrukturlar ya da çok titiz bir şekilde temiz ve düzenlidirler. Bunlar dedikodulardan hoşlanırlar ve çevrelerinde anlamadıkları birşey dönüyorsa, kendilerini incinmiş ve terkedilmiş hissederler. Karakter olarak sebatlıdır. Yollarından saptırmak zordur. Çalıştıkları zaman tam çalışırlar. Kendi renkli kişiliğine uygun olarak, gösterişli giysiler giyer. O'nun kibrini, bazen dayanılmaz hal alan gururunu ve bencilliğini, o gülünç kendini begenmişliğini ve tembelliğini görmemezlikten geliyoruz.

Septisizm

Her tür bilgi savını şüpheyle karşılayan ve bunların temellerini etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen tutum. Şüphecilik felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları sarsmış felsefe, bilim ve özellikle dinde birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır. Antikçağda Thales’ten beri ortaya atılan felsefesel açıklamalarının çokluğu doğal olarak eleştiriyi ve şüpheyi gerektirmiştir. Antikçağ Yunan, bilgiciliğinin kurucusu Protagoras tarihsel süreçte ilk şüphelenen düşünürdür. Protagoras “ her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünürse benim için öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuk, üşümeyen için soğuk değildir. Her şey için birbirine tümüyle karşıt iki söz söylenebilir” der. demek ki herkes için gerekli kesin ve mutlak bir bilgi edinmek sonsuzdur. Protagoras’ın şüpheciliği göreli şüpheciliktir. Şüphecilik Elis’li Pyrrhon’la birlikte okullaşır. Bilgi sorununu sistematik olarak ilk inceleyen şüpheci Pyrrhon’dur. Descartes de bir şüphecidir. Onun şüpheciliğine yöntemli şüphe denir. Descartes, şüpheciliği kesin bilgiyi buluncaya kadar tüm bilgileri gözden geçirme anlamında bir yöntem olarak kullanmıştır. Pyrrhon, Platon ve Aristoteles okulları arasında bir karşıtlığı sezmiştir ve bu karşıtlığı daha sonra Stoa ve Epikuras okullarında derinleşmesini izlemiştir. Bu gözlemleri Pyrrhon’a felsefe öğretilerine karşı güvensizliği ve bundan ötürü de şüpheyi aşılamıştır. Pyrrhon’un şüpheciliği bu temel maddede açıklanabilir.
1) Nesnelerin gerçek yasası kavranılmaz.
2) Öyleyse nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınma olmalıdır.
3) Ancak bu tutumlardır ki ruhsal dinginliğe ulaştırabilir.
Pyrrhoncular için gerçek mutluluk budur.

Not: Bilim adamı olabilmenin birinci şartı şüpheci olmaktır. Herşeye şüphe ile yaklaşabilmektir. Şüphe bir şeyi doğru yada yanlış kılmaz; şüphe bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak için ön koşuldur. Acaba mı? olarabilir mi? sorularını sormaya yarar şüphe...